Türkiye’de, Dünya’da yaşanan son büyük krizler, geçmiş tecrübeleriyle belki teğet atlatılmıştır. Koalisyon hükümeti intihar etme pahasına cesaretle uyum yasalarını, bankacılık sektörünü sağlam temeller üzerine inşa etmişti. Bu yasalar için Sayın Derviş’in emeklerini yok sayamayız.
Türkiye centlere muhtaç olmuş, Dünya devletleri ve ekonomi çevrelerinden borç bile alamaz olduğu dönemleri yaşamıştı. Devlet, memurunun maaşlarını ödeyemez duruma düşmüştü. Vatandaşlar bankalara yatırdığı paralarının hesaplarından uçup kül olduğunu duyunca çıldırmışlardı. Esnafın biri dönemin başbakanının karşısında yazar kasasını fırlatıp kırdığı, herkesin malumu olsa gerek. Yine bankada parasını batıran vatandaş, “batsın bu dünya, yaşanmaz artık” diyerek Ümraniye’de bir banka önünde üzerine benzin döküp intihar etmişti.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu tarihten o güne, tarihinin en ağır krizini yaşamıştı. İki büyük deprem, iki büyük krizle ülke yönetilemez duruma gelmişti. Halk kendine bir kurtarıcı aramaktaydı. Dünya ülkelerinde, Türkiye’deki gibi krizler de yoktu. Neden, nasıl bu duruma gelinmişti. Cumhuriyet tarihinden sonra, ikinci dünya savaşında bile ekonomi bu kadar dip yapmamıştı. Bunu sonraki yıllarda ekonomistler, analiz edip yazıp çizecek tartışacaklardı.
O günlerde sanki bir kurtarıcı bekler gibi halk bir kurtarıcının gelmesini bekliyordu. Mevcut siyasi partilere ve liderlerine olan güven kaybolmuştu. İki depremden sonra halk da müthiş bir dayanışma örneği sergilemişti. Krizlerde, ailelerde bu dayanışma örneği sergilenmeye devam etti. Yüzbinlerce beyaz yakalı işinden atılınca, evlerini anne ve babalarının yanına taşıyıp, aile birleşimi yapıp, ailelerinin dağılmalarını engellemişlerdi. Bizim insanlarımız en zor günlerde, dayanışma içine gireceğini, genlerinde kodlanmışçasına uyguluyordu. Yaşamak için ekonomi her şey olan bir dünya düzeninde, ekonomi çökmüş, arayışlar aranıyordu. Allah’tan sokaklarda çatışmalar, marketlerde yağmalamalar olmuyordu. Ahlak henüz bozguna uğramamıştı. Bu sevinebileceğimiz en iyi yönümüzdü.
Düşmanların bile her zaman rakiplerinin açık ve zayıf yanını kolladığı dünya düzeninde, siyaseten Türkiye de aynı yolu izledi. Aslında o yıl içinde birkaç parti kurulup seçimlere girebilseydi hepsi yüzde on barajını aşabilirdi. Bir mağdur aranıyordu. Zaten şiir okudu diye bir mağdur yaratılmıştı. Oysa adı mağdur, kendi belediye başkanlığı ile güçlenmiş bir isimdi. Hapisten çıkmadan geleceğin başbakanı, nereden koşuyor kitapları satışa çıkmış, her şey sanki planlandığı gibi işlemeye başlamıştı. Ülkede olan büyük buhran, bütün yolları açmıştı. Sadece ambalajlanmış, cilalanmış bir pakete ihtiyaç vardı. Sağdan biraz, biraz soldan, çoğunluğu milli görüş olduğunu söyleyen çizgiden bir paket ortaya çıkarılıp seçimlerde halkın karşısına çıkılmıştı.
Aslında yine buna benzer ben de genç ve temizim diyen bir cep telefonu hattı sahibi de ben de varım, bu toz bulutu içinde mücadeleye, deyip ortaya çıkmasaydı, Türkiye bu kadar sağa, sola savrulmayacaktı. Neyse ki genç arkadaş beyaz gömleği ile yaptığı mücadele ile, beyaz kardeşlerinin yolunu tamamen açtı. Ben beyazım diyen geçmişi beyaz olmayan, bir çok adam sanki anasından yeni doğmuşlar gibi kendilerini savunup “biz akpakız. Temiziz” dercesine sahneye çıkıp siyaset yaptı. Hayatından bıkmış, siyasetten hiçbir beklentisi kalmamış halkın karşısında milleti sadece uyuttular. Seçimlere girip yüzde yedi oy alan genç arkadaşın bir yıl içinde defteri dürülüp Fransa’ya paket olarak gönderilmesine tüm ülke şahit olmuştu. Oysa, bu arkadaş akpak olan abisinin yolunu açan kişiydi. Seçimlere katılmasa kimse o seçimlerde tek başına iktidar olamayacaktı. Girdiği seçimlerde aldığı oylarla en az iki partinin daha meclise girmesini de engelledi. Sonuçta iktidar olan kendine göre icraatlerini yapıp yoluna devam etmiştir.
Türkiye buhranlı bir döneminde denize düşen yılana sarılır misali, önüne kim çıksa sarılacağı bir dönemden geçmekteydi. Doğru düşünecek melekelerinden yoksundu. Halk büyük travma geçirmişti. Durum kötü, siyaset çözüm üretemiyordu. Ya yeni bir iktidar ya da sosyal patlamalar gelmek üzereydi. Birincisi olması daha iyiydi ve o olmuştu.
Günümüze dönersek tek başına oniki yıl iktidar olan bir partide aşırı özgüven ile birlikte, iktidar yorgunluğu baş göstermiştir. Ne yazık ki muhalefet, hep yorgun olduğu için iktidar çıkaracak politikalar da üretememektedir. Bu durum Türk siyasetinde müthiş bir tıkanmaya doğru hızla gitmektedir. Bu tıkanıklık eninde sonunda yeni bir oluşumla veya değişen bir iktidarla aşılamazsa sosyal patlamalara zemin hazırlayacaktır. Buna iktidar partisinin uyguladığı yanlış politikalar da hız vermektedir.
Ülkede yaşayan on milyondan fazla emekli, maaşlarının yüzde altmışının eline, bin tl. den az maaş geçmesi, kamu ve özel sektörde taşeron çalıştırma sistemiyle milyonlarca çalışanın aslında hak ettiğinden çok az maaşla çalıştırılması, asgari ücretin çok düşük olması, memur, çiftçi, köylünün ekonomik olarak zayıflaması, küçük esnafın ise açılan Avm. lerle tamamen bitirilmesi bazılarıdır. Bu kitle tüm halk kitlelerinin yüzde yetmişinden fazladır. Bu kitle geçinmek için tüm sosyal harcamalarından fedakârlık göstermekte, sadece karınlarını doyurabilmektedir. Kişisel gelişim, eğitim, eğlenceyi çoktan unutmuşlardır. Bir de yardımlarla geçinen büyük kitle vardır. İktidar ekonomiyi bina yapmakla eş tutmaya başlamıştır. Birçok vatandaş kredili ev, araba, vs. aldığından gelecek hayatlarını ipotek altına aldırmışlardır. Ticari piyasada ihtiyaç maddeleri olan gıda, barınma, giyim, eğitim, ulaşım harcamalarında enflasyon açıklanan rakamların iki katından fazladır. Bu dar gelirli vatandaşın yaşam savaşında daha da ezilmesi demektir. Yine iktidarın her olan biteni bizi dışardan karıştırıyorlar, içerden destekçileri var gibi söylemlerle, kutuplaştırıcı hitabetle taraftar toplayıp, süreci sadece ertelemeye çalıştıklarını en iyi de kendileri görmektedir. Çözüm süreci diye başlattıkları kardeşlik türküleri de devletimi kurarım diyen bir yapının temellerine dönüşmek üzeredir.
Aslında büyük geniş perspektiften bakıldığında, ülkede yaşanan iktidar, muhalefet, bölücü, oyunların da, bizim yerli kurgumuz olmadığı anlaşılmaktadır. Uzaktan kumanda edilen ve bizi figüran bile yapmayan bir oyun iktidarı, muhalefeti, bölücüsüyle bu topraklarda oynanmaya çalışılıyor.
Bu oyun er ya da geç halk nezdinde görülmeye başlandığında, ya yeni oluşumlar oluşacak ya da on iki sene önce yaşadığımız büyük krizler gündeme gelecektir. Olmazsa, sosyal patlamaların bizi nereye sürükleyip, yol alacağımızı ise kimsenin kestirmesi bu günden mümkün olmayacaktır.
Harun ÖZDEMİR.