Anayasa Hukuku uzmanı ve Siyaset bilimci, Moris Duverger Siyasi Partiler adıyla Türkçeye çevrilen 1956 baskılı kitabında; “her siyasi parti bir sosyal tabana dayanır ve her siyasi iktidar bir sosyal tabanın birikmiş sosyal, ekonomik ve kültürel enerjisinin patlamasıdır, siyasal iktidar bu enerjiyi soğuracak çalışmalar yapması beklenir. Eğer iktidar söz konusu talepleri karşılayıp, sorunları çözmezse onu iktidar yapan siyasal enerji ülkeyi iki büyük yıkımdan biriyle yüzleşmek zorunda bırakır. Bunlar;
1-Bu enerji yeraltına kayıp, terörize olur.
2-Faşizan bir radikalizm olarak yüzeye vurur ve totaliter yapıları besler. (Musolini ve Hitler)
“Siyasetin çözüm üretememe” gibi bir lüksü olamaz. Çözüm üretememe eğer bir kabiliyet sorunuysa iktidar bunu kadro değişiklikleriyle çözer, eğer zihniyet ve program sorunuysa iktidar olma meşruiyeti kaybolmuş demektir. Diğer ihtimaller; sorunun kaynağı olma, ortağı olma veya farklı sebeplerle değişimin bedelini ödemek istemememe gibi nedenler olabilir ki bunların her biri tek başına iktidar olma meşruiyetini yitirme sebebi olarak yeter. Başka bir iktidar yoldadır. Geçen her dakika ülkenin zararınadır.
Ayrım gözetmeksizin söylüyorum, bizim halkımız “yoktan var edilmiş, kendinden menkul tarihi, dini ve siyasi gerçeklerle kırklanan” toplum mühendisliği kurbanlarıdır. Bu hem resmi ideolojinin endokrini hem de üretkenliği hadım edilip, sinirleri alınmış kitlelerin dinî, mezhebi kültürlerinin bir sonucudur. Farklı referanslarla da olsa “kesin inançlı” ideolojik yaklaşımlar da kendi kafesinden çıkmayı başaramamışlardır. Söz konusu özellikler, salt bizim halkımıza ait özellikler de değildir.
Genel olarak Türklerin medenileşmesi Fars ve Arap kültürüyle karşılaşması ve İslamlaşmasıyla doğru orantılıdır. Türkiye Türkleri İran ve Anadolu’ya elinde kılıç sırtında keçeyle geldi, yerleşikleşmesi İran-Anadolu gergefinde oldu. Bu sebeptendir ki hem dini hem de yerleşik hayatın, mimari, el sanatları ve zanaatların çoğu kelimeleri Farsça, Ermenice ve Grekçedir. Selçuki ve Osmanlılarda bu vaka-i adiyeden olup, gocunma vesilesi değilken Cumhuriyet sonrası Balkan sendromu ve Sevr travmasının da etkisi ve Fransız Nasyonalizminin İmparatorlukları parçalayan bir düşünsel ajan işlev gördüğü zamanların kafa karışıklığı ile çözüm gibi görünen inkâr ve silme politikalarının motivasyonunu oluştu. Bunda genel olarak hedefler tutturulurken doğu coğrafyamızın, sosyolojik yapısı ve fiili çatışmalar nedeniyle Kürtler ve Aleviler üzerinde “başarı oranı düşük kaldı” Çatışma sürecinde Sünni Türkler sahiplik psikololojisiyle avutularak sessiz kalmaya ikna edildi. Süreçte otokton ve muhacir unsurlar büyük oranda asimile oldu.
Son bin yıla baktığımızda Müslüman Kürt halkının kahir ekseriyeti, din birliği nedeniyle Bizans’a karşı Alparslan’ın yanında, din, ülke ve ülkü birliği nedeniyle Haçlılara karşı Selçukilerin yanında, inanç, ülke ve ülkü birliği için Şii Safevi Türklere karşı Sünni Osmanlının yanında yer aldılar. Din, ülke ve ülkü birliği adına Rus ve Fransızlarca ayartılan kendi varlıklarını da tehdit eden Ermeni çetelere karşı II. Abdülhamit’in yanında savaştılar. Din, namus ve ülke birliği için I. Sömürge savaşı sırasında Osmanlıların yanında sömürgeci İngiliz ve Fransızlara karşı savaştılar. Namus için, ülke ve ülkü birliği için Kurtuluş savaşı sırasında İngiliz ve Fransızlara karşı Kuvay-ı Milliye unsuru oldular. Tıkanan I. Lozan’da (4 Şubat 1923) de kesilen görüşmelerden sonra Lozan’a giden 19 dokuz Kürt Emiri (24 Temmuz 1923) de Fransız İhtilali Nasyonalizmine, Wilson Prensiplerine, Sevr Dayatmalarına ve İngiliz kışkırtmalarına rağmen Müslüman Türklerle kader birliğinden yana tavır aldılar. Son bin yıldır Türk tarihinin kırılma noktalarında kaderlerini Müslüman Türklerle birleştiren Müslüman Kürtlerin, bu gün karşılıklı olarak, din karşıtı unsurların çatışmaları ve yaşanan acılar nedeniyle Türkiye’nin tamamı üzerindeki kazanımlarından vazgeçebileceklerine inanmıyorum.
Anadolu da I. Selim döneminde tamamlanan siyasi birlik Türklerin Kürtleri zorlamasıyla değil, bölgesel tarihi ve kültürel şartların zorlamasıyla gerçekleşmiş ve bu denklem dışarıdan emperyalistlerin suni, içeriden romantik zorlamalara rağmen halen değişmiş değildir. Dışlayıcı Türklerle ayrılıkçı Kürtler; Kürt halkını Türkiye’nin tamamı üzerindeki kazanımlarından vazgeçirmeye çalışıyorlarsa da çok fazla değişen bir şey yok. Ancak talep edilen hakların realizazyonu konusunda geç kalınırsa başka bir kültür ve sosyal iklimde yetişen genç kuşak bu günü aratabilir.
**
Her toplumda birileri her zaman diğerlerinden daha önde olmuşlardır. Musa Tur vadisine gittiğinde İsrail Oğullarının içlerindeki “seçkinlik ve altın” sevgisini fark eden Samirri adlı bir kuyumcu, rüzgar estiğinde böğüren altın bir buzağı heykeli yaparak İsrail oğullarını “doğrusu Musa da bunu aramaya gitti” diyerek ayartıyor ve hemen hemen tümünü Musa’nın kardeşi Harun’unun muhalefetine rağmen, itaat altına alıyor. Yüz yıllarca tapınakta yalnızca seçkin Kıptilerin tapabildiği altından buzağıyı görünce içlerinde birikmiş olan aşağılanma baskısı, altın ve makam sevgisiyle kör olunca Samirri’nin çevirdiği dümenini göremediler. Musa dönünce hizb’e dönüşmüş olan bu ihtilafı kılıçla çözdü.
Hz Muhammed insan tekinin; tercih hürriyeti ile onun hukuki dış sınırlarını çizdi. İnsan haysiyetine saldırı olan her türlü sosyal, kültürel ve siyasal mekanizmayı yıktı, insan teklerinin hak ve onurlarını iade etti. İslam bunu anlayan insanların omuzlarında tarihin akışını değiştirdi.
Kul ile Allah arasında iman-küfür serbestisi, kullar arasında eşitlik kulların kullara baskısına karşı ebedi cihat başlattı. İnsan ilişkilerinde; kıst, adalet, akit serbestisi, rüşt, rıza, açıklık, re’y, biat, Kamu otoritesine topluma karşı; istihsân, istıslâh, sedd-i zerâ’i, maslahat ve örf gibi temel prensipler getirdi. Bunlarla cahiliyeye dönüş yollarını güçleştirecek tedbirleri aldı. Kamu otoritesine yasamada kamunun geneli için “def-i mazarrat veya celbi menafi” gibi sınırlı bir alanda sorumluluk yükledi. Bunun dışında kamu otoritesine insanların sivil ve özel alanına sarkmasının yollarını tıkadı. Sorumluluk aklına sahip herkesin kavrayabileceği açıklıkta “zararların önlenmesi ve toplumsal menfaatlerin sağlanması” konularında düzenlemeler yapma yetkisi tanıdı. Bunlar da basit, yalın ve açıktır.
Gel gör ki devleti kendilerine ait bir hak olarak gören Ümeyyeoğulları, Mekke’nin fethiyle kaybettikleri iktidarı geri almak için Hz Osman döneminde harekete geçtiler. Belki de Hz Ömer döneminde… Hz Ömer’in pişman olup “eşitlik prensibine geri döneceğim” dedikten sonra katledildiği, fey ve ganimetlerin dağıtımında Kureyş’e öncelik verilmesi uygulaması Hz Osman döneminde itirazlara rağmen devam etti. Bu uygulama Kureyş dışı Müslümanları ikinci sınıf durumuna indirdi. Hz Osman; devlet görevlerine atamalarda; müşavere, liyakat, adalet ve maruf yerine özel hukukun “akrabaya iyilik yapma” prensibini bir kamu hukuku prensibi gibi başa çekip onların da liyakatli olduğunu düşünerek, işin saltanata doğru evrilebileceğini algılayamadı ve bir monarşinin temelleri böyle atıldı.
Buna itiraz edenlerin eleştirilerini sisteme katacak, otoritenin kararlarını denetleyecek bir mekanizma yoktu, ümmetin genel maslahatları adına konuşan, Ebu Zer ve köle kökenliler yalnız, Hz Ali ve Abbas da Haşimoğlu oldukları için Ümeyyeoğulları tarafından kolaylıkla Cahiliye dönemi Mekke Hakemliği çekişmesi olarak yorumlanarak etkisizleştirildi. Burada dikkat çekmek istediğim şey sorunların ortaya çıkmasının normal olduğu, sorunları çözecek devlet aklının asabiyetle örtülmesi ve hakikati görenlerin birey kalmasıdır. Kamu otoritesini etkileyecek meşru hukuk ve örf yollarının tıkalı olmaması, siyasallaşacak kadar büyümüş sorunların çözümünde zorlayıcı mekanizmaların kurulamaması ve halifenin kaydı hayat şartıyla seçiliyor olması nedeniyle sistemin tıkanmasıdır.
Eşitlik adalet ve özgürlüğün ne demek olduğunu bilen insanlar isyan ettiler planlı ya da plansız bilmiyoruz fakat çıkan kargaşada Hz Osman Katledildi. Belki de onu katleden irade onun kanını isteme bahanesiyle isyanın mahiyetini değiştiren ve oluşan bu siyasal enerjiyi kabile asabiyetiyle bir monarşiye çeviren iradedir. Belki de Hz Ömer’in katlinde de aynı irade vardır.
Hz Muhammedin ölümüyle başlayan sorunlar, Ümmetin genel menfaatlerini bilen insanların yaşıyor olması ve Hz Muhammedin etkisinin çok canlı olması nedeniyle ilk zamanlarda, kişilerin akli ve nakli beyanları üzerinden kolaylıkla çözülebiliyorken, etkili kişilerin ölmeleriyle birlikte kişilerin erdem ve akıllarına bağlı olarak yürüyen sistemin tıkaması mukadder olmuştur.
Monarşi dönemleri siyasetnameler dönemidir. Eflatunun devletinden beri “siyasetname” geleneği tüm toplumlarda sultanlara kitleleri nasıl sevk ve idare edeceği hikmetlerini vermek için yazıldı. Siyaset Arapçada çobanlıktan gelmekte, Kuranın “bizi gözet deyin bizi güt demeyin” ikazlarına, “onlara adaletle hükmet değil, onların aralarında adaletle hükmet” demesine rağmen saltanatçı gelenek kendi tarihi gelişimine eklemlenerek devam etmiştir.
İslam; “Kardeşinin karısını dağa kaldır, malını talan et” diyenleri, yüz yıllarca kan davası sürdüren kabileleri birleştirip kavim, farklı kültür, dil ve sınıflardan insanları bir söz ve o sözün gölgesinde gelişen bir hukukla birleştirip millet/ümmet haline getirerek medeniyetin en son ve en büyük gelişim sıçramasını yapmışken, saltanatlar bunu gerisin geriye döndürmüşlerdir. Sonraki kavimler de İslam’ı onlardan aldıkları için yüksek maksatlar açısından İslam’ın toplumlara etkisi çok yüzeysel olmuş, genel olarak ümmet saltanatlara kerhen itaat etmiştir.
Siyasal katılım mekanizmalarının inşası ve süreçlerin işlevselliğini anlamak açısından yakın tarihimizle ilgili üzerinde çok konuşulan fakat öze nüfuz edecek pek fazla sözün söylenmediği 1918- 1923 yılları arasında Anadolu ve Rumeli’deki siyasal mekanizmaların işleyişine biraz daha yakından bakmakta yarar olduğunu düşünüyorum.
Bu dönem, 1923 ve sonrası yapılan devrimler üzerinden Cumhuriyete, süreçte yaşanan toplumsal direnç üzerinden kültüre ve dine bakanların atladığı bir dönemdir. Ben burada konuya, karar süreçleri ve siyasal katılım ve denetim açısından yaklaşacağım.
Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri bu dönemde doğmuş, yerel ve bölgesel kongreler düzenleyerek halkı birleştirmişler ve yerelden ulusala doğru siyasal katılım mekanizmaları kurmuşlardır. Mustafa Kemal denkleme girdikten sonra eksik illerde de kurulmuş Kuvayı Milliye merkezileşmiş ve fiilen devam eden yerel yönetimlere eklemlenerek doğrudan siyasal katılım gerçekleştirmişlerdir. Bunlar kendi yerellerini ve bölgelerini fiilen yönetirken ulusal kongreye ve sonrasında meclis-i mebusana mebus seçip göndermişlerdir. Erzurum Kongresi Doğu Anadolu Müdafai Hukuk Cemiyetlerini birleştirirken, Sivas Kongresi tüm örgütleri Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti olarak birleştirmiştir. Sivas Kongresiyle siyasal inisiyatifi tamamen ele alan Mustafa Kemal; Damat Ferit’i istifaya zorlayıp, Meclis-i Mebusanın toplanmasını, Meclis-i Mebusan da kongre kararlarının yasalaşmasını ve süreçte şekillenen Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetinin yasallaşmasını ve fiilen partileşmesini sağlamıştır. Bunlar hem Meclisi Mebusan’da hem de BMM’de Müdafa-i hukuk gurubu olarak hareket etmişlerdir. Sonrası malum.
**
Hülasa;
1-Siyasal katılım insani, ahlaki ve hukukidir ancak salt ahlaki ve dini duyguların tecellisine bırakılamaz.
2-Siyasal katılımda temsil olabilir ancak bunun ne alt nede üst kimliklerde kişi, klan veya gurup imtiyazına dönüşmemesi gerekir.
3-Temsil psikolojisinin sağlıklı olması temsil edenle temsil edilenlerin sosyolojisinin aynı olmasıyla doğrudan alakalıdır. İnsan istismar eden ve edilen bir varlıktır.
4-Canlı, fiili ve yaptırım gücü, denetim ve geri çağırma mekanizmaları olmayan sistemler istismar edilir.
5-Siyasal katılımda realiteler göz ardı edilemez; oyunu bozabilecek gücü olan tarafların varlığı olacaktır fakat eylemleri kamu vicdanında mahkûm edilebilen hiçbir güç varlığını sürdüremez.
6-Türkiye de dini, mezhebi ve etnik temele dayalı politikaların olumsuz etkileri özgürlük ve hukuk temelli söylemlerle aşılabilir.
7-Sorunlar Anayasa temelli eşit hak ve özgürlükler bağlamında konuşulmalıdır.
8-1924 Anayasasıyla başlayan Kürt isyanlarından yola çıkarak günümüze kadar yapılan anayasalar, yasalar ve fiili uygulamalar eleştirilebilir. Ancak; 1921 Anayasası, milli mücadele sürecinde işlevsel olmakla birlikte ne o zamanın ne de bu günün Türkiye demogradisini ve gerçeklerini karşılayabilecek bir Anayasa değildir. Çünkü Türkiye de kavim bazında Türk ve Kürt nüfus toplamı kadar nüfusa sahip otokton ve göçmen kavimler ve guruplar vardır.
9-1921 Anayasasında olduğu gibi Kürtlerin Anayasal ortaklığı fikri Türkiye’nin yarısının inkârı anlamına geleceği için bunun savunulması süreci çözümsüzlüğe itilmesi anlamına gelir ve unutulmamalıdır ki Afganistan ve Irak kendi aralarında eşitlik zemininde bir vatandaşlık hukuku üzerinde uzlaşabilecekleri bir sistem kurma becerisini gösteremediği için gavur işgaliyle yüzleşmek zorunda kalmıştır.