Genelde bütün hemşehri derneklerinde, özelde de bizim Şalpazarı derneklerinde tavana vurmuş bir kavram var: Eğitim.
Bir kelimeyi ya da kavramı aşırı derecede dillendirirseniz, o kelime ya da kavramın işaret ettiği amaca ulaşmak artık önemli olmaktan çıkar ve sadece telaffuz etmek yeterli hale gelirmiş. Yıllar önce bir haberde okumuştum. Avrupa’ya çalışmaya giden işçilerimizin ikinci ve üçüncü nesil çocukları, Türkiye’de göç konulu bir sempozyuma katılmış ve büyüklerinin sürekli “Türkiye’ye dönmek” kavramını dillendirdiklerini, artık bir aşamadan sonra gerçekten dönme fiilinin önemini kaybettiğini ve sırf söylemenin yeterli hale geldiğini gözlemlediklerini söylemişlerdi. Bu eğitim işi de bizim dernekçilikte öyle olacak. Belki oldu bile.
Şalpazarlıların ticarette ön plana çıkamadıkları, gözle görülür bir başarı gösteremedikleri, dolayısıyla fazla sayıda iş adamları olmadığı kabul edilir. Bu kabul, bundan sonra da bu alanda başarılı olunamayacağı ve bundan hareketle başka alanlarda başarı peşinde koşulması gerektiği kabulünü de beraberinde getirir. İşte eğitim takıntısı burada devreye girer.
Şimdi tamam, çocuklarımızı en iyi şartlarda okutalım, en iyi eğitimi almalarını sağlayalım, en iyi yerlere gelmelerine yardımcı olalım da bu “en iyi”ler nasıl olacak, neyle olacak? Neyle olacak, o herkesin ağzına almaktan kaçtığı şeyle. Yani parayla.
2001 ekonomik krizini hatırlıyoruz. O kriz, Türkiye’den altı milyar dolar civarında bir para çıkışıyla gerçekleşmiş ve ülke tepe taklak olmuştu. “IMF bir milyar dolar krediyi serbest bıraktı” diye televizyonlarda son dakika haberleri geçiyordu takip eden gün ve aylarda. Gezi’den başlayıp 15 Temmuz’da zirveye ulaşan ve halen de bitmeyen sürecin Türkiye’ye maliyeti ise yüzlerce milyar dolarla ifade ediliyor. Elin gavuru üç-beş bin sığınmacıya mırın kırın ederken biz milyonlarcasına ev sahipliği yapıyoruz. Halihazırda ülkenin ekonomik durumunun pek parlak olduğunu kimse iddia edemez ama bunca badireye rağmen bir milyar dolar krediye de zil takıp göbek atacak halde değiliz çok şükür.
Peki nasıl oldu bu? Eğitimle mi? Türkiye 2001’den beri ağzına kadar üniversite mezunu mu doldu taştı? Büyük bir aydınlama çağı mı yaşadık? Yoksa ülkenin cebi biraz para mı gördü de ayakta kalabilecek mecalimiz var?
Gerçeklerden ne kadar kaçarsanız kaçın. Savaş da parasız olmuyor barış da. Tabii eğitim de. Trabzon’un Şalpazarı’ndan çok daha zengin ilçelerinin İstanbul’daki dernekleri binlerce öğrenci okutuyor. Türkiye’nin en iyi okullarında okuyorlar, çünkü bunun için yeterli güçleri var. Biz nasıl o “en iyi”leri yapacağız? Ayrıca, bu ilçelerin gücü nasıl oluştu? Okudular mı yoksa para mı kazandılar? Okutanlar çok mu eğitim almış insanlar?
Bir kere şu “Şalpazarı ticaret ve iş dünyasında başarılı değil, olamıyor” şeklindeki kabulden, daha doğrusu öğrenilmiş çaresizlikten behemehal kurtulmamız gerekiyor. Ne demek Şalpazarlı ticaret yapamıyor? Olur mu öyle şey!
Bakın, Şalpazarı’nda 1960’lı yıllarda öğretmen sayısında ciddi bir patlama olmuş. Profesör? Hakim? Savcı? General? Üst düzey bürokrat? Milletvekili? Yok, yok, yok... Öğretmende kalmışız. 2000’li yıllarda bu meslek gruplarında yeni yeni görünmeye başlamışız.
Eğer hayatın ekonomi boyutunu gözardı etmeye devam edersek bu yeni yeni görülmeye başlanan sayılar da artmaz. Demedi demeyin. Böyle, sayıları üç-beşi geçmeyen ve kendi münferit çabalarıyla bir yerlere gelmiş olan siyasetçi ve iş adamlarımıza yüklenir dururuz, bir süre sonra onların da bizim de nefesimiz kesilir.
Hikâyenin sonunda da kızılderililerin Amerika’da olduğu gibi folklorik kıyafetlerimiz ve horonumuzla önce Trabzon’un paralı ilçelerinin, sonra da cümle alemin “neşe kaynağı” (!) oluruz. Daha ağır bir ifade kullanacaktım ama yine elim varmadı.